Ali'nin Türkü Defteri adlı öykü kitabımız Mayıs 2018'de yayımlanmıştır. Kitabımız dağıtım, tanıtım sitelerinde yerini almış. Değişik sitelerde değişik fiyatlarla hizmete sunulmuş. Google sayfası açılıp, ali varol - alinin türkü defteri basım yazılır ve aranırsa tanıtım ve satış adresleri çıkıyor.
ALİ VAROL'UN İLK KİTABI YAYIMLANDI |
Cumartesi, 16 Haziran 2018 09:43 |
"Suya sabuna dokunan öyküler..."
Sitemizin yazarlarından Ali Varol’un ilk öykü kitabı piyasaya çıktı. “Ali’nin Türkü Defteri” adındaki kitabının yayımlanmasıyla, kendini bugüne kadar yeterince saklamış bir yazarın doğuşunu haber veriyor.
İlk kitabını bana imzalayan çocukluk arkadaşım Ali Varol'a yazarlık yolunda başarılar diliyorum.
Öğretmen okulu yıllarından beri yazdığını biliyorum. Yazdıklarını artık saklamaktan vazgeç diye yaptığım teşviklerin etkisi oldu mu bilemiyorum ama sonunda onun “Suya sabuna dokunan öyküler” kitabı işte elimizde.
Bu kitabın art arda gelecek başka öykü ve romanların habercisi olduğunu düşünüyorum.
"Ali’nin Türkü Defteri”, Cinius Yayıınları tarafından basılan kitaptaki öykülerin tamamı gerçek yaşamdan alınmış, çocukların da büyüklerin de severek okuyacağı 18 öyküden oluşuyor.
Kitabın içeriği, arka sayfasında şöyle anlatılmış:
Bu kitaptaki öykülerinde kitap okumayı sevdirmeyi amaçlayan yazar, eğlenceli öyküler sunmaya çalışır. Okurlarını eğlendirmeye çalışırken bir yandan da onların sorgula- yıp düşünmelerini amaçlar. Bu nedenle öykülerinde toplum- sal sorunlarımızdan bazılarına da değinmektedir. Sözgelimi Kurtlu Elma öyküsünde organik ürün, ilaç kalıntısı konuları olaylar içinde gündeme getirilir. Savurgan Çocuk'ta sınırlı olan dünyamız kaynaklarının savurganlık ölçüsüne varan tüketiminden duyulan rahatsızlık dile getirilerek, doğada dengenin bozulmaması için duyarlı olmamız gerektiği vurgulanır. Ispanak İksiri öyküsünde reklam uğruna bir yanlışın in sanlara senelerce nasıl yutturulduğuna yer verilir. Bakış Açısı ve İlk Çok Partili Seçimde, çağımızda anlaşabilmek, birlikte yaşayabilmek için uzlaşma kültürünün ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekilir. Ağaç Yaş İken Eğilir ve Ali'nin Türkü Defteri öykülerinde ise eğitim sistemimizdeki bazı çarpıklıkların altı çizilir.
ALİ VAROL KİMDİR?
Ali Varol 1943 yılında Antalya’nın Ahmetler Köyü'nde doğar. İlkokuldan sonra eğitimine bir süre ara vermek zorunda kalır. Daha sonra kendi çabalarıyla Aksu Öğretmen Okulu'na girer ve 1965 yılında okulu birincilikle bitirir Yurdun çeşitli yerlerinde ve yurt dışında öğretmen olarak çalışır. Yayımlanma aşamasında roman ve öykü kitabı çalışmaları vardır. "Ödeşme adli öyküsü Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi tarafından 2017 yılında "Bin Çiçekli Bahçe Yaşar Kemal" anısına düzenlenen öykü yarışmasında üçüncülük ödülü almıştır. Yazar, aynı zamanda ressam olup, kişisel birçok sergi açmıştır. ... Öykülerin öyküleri: KENDİNİ YENİDEN YARATAN ÇOCUK Ali’nin Türkü Defteri adlı öykü nasıl yazıldı? Bırakırsan kaybedersin, direnirsen kazanırsın. Ali kaybetmek üzereyken nasıl direndi, yeteneklerini nasıl geliştirdi? … Telefon çalar, bakarım, kayıt edilmemiş bir numara. Açarım; bazen yanlış numaradır, kapatırım. Bazen bir reklamdır, hızla kapatırım. Bazen de tanımadığım birisidir. Merakla dinlerim. Gene bir akşam telefonda tanımadığım bir ses: “Hocam ben Hasret, sizin öğrencinizim.” “Hasret hatırlayamadım. Hangi okulda beraberdik?” “Elli sene önceye geri gidelim. O zaman neredeydik?” Elli sene önce benim öğrencim olduğuna göre en azından elli yaşında olmalıydı. Elli yaşın üstünde birisi benim telefonumu nereden, nasıl bulmuş da arıyor? “Antep’teydik.” “Tamam, oradaki köyden hangi çocukları hatırlarsın?” “Orası benim ilk öğretmenlik yaptığım yer. Öğrencilerimin çoğunu hatırlarım.” “Sen de bizim ilk öğretmenimizsin. Biz de seni hatırlarız. Sen kimleri hatırladın?” “Hasret seni hatırlayamadım ama Ökkeş, Şehmuz, Ali, Kamber, Huriye, Hatice… Çoğunuzu hatırlarım.” “Benim adımı siz koydunuz.” “Nasıl oldu bu?” “Bana köyde Haziret derlerdi. Birinci sınıfa kayıt yaparken, adın ne diye sorunca ben de Haziret dedim. Sen ‘Böyle yazarsak nüfus dairesinde zorluk çıkarırlar. Adını buraya Hasret yazalım’ dedin, öyle yazıldı. Şimdi hatırladın mı?” “Tamam, şimdi hatırlıyorum. Sen saz da çalardın, değil mi?” “Sen mandolin çalardın. Mandolinle bize türküler öğretirdin. Türkü söylemesini çok severdik.” “En iyi, en çok türkü söyleyen Ali’ydi değil mi? Ali şimdi ne yapıyor?” “Ali köyün içinde bir bakkal açtı, bakkal çalıştırıyor.” “İyi de Hasret, sen benim telefonumu nereden buldun?” “Feysbukta resmini görüp tanıdım. Ötesi kolay oldu.” Sonra sohbet uzadı. Öteki öğrencilerimi sordum. Sait okuyup öğretmen olmuş. Her biri bir iş tutup çoluk çocuk sahibi ne demek torun torba sahibi olmuşlar. Hasret de saz çalmayı ilerletmiş, “Grup Hasret” diye bir müzik grubu kurmuş. Özel günlerde, düğünlerde çalıp söylermiş. Öteki öğrencilerden en çok da Ali üstüne konuştuk. Çünkü Ali’nin özel bir durumu vardı. Hasret ile belki bir saat konuştuk. Duygulanmıştım. Telefon kapanınca o duygu yoğunluğu içindeyken Hasret’in anlattıklarından yola çıkarak elli sene önceye gidip Ali’nin özel durumunu yazmaya başladım. Sonraki günlerde Hasret köye gelmiş, okul arkadaşlarına beni anlatmış. Onlar da almışlar benim telefon numaramı. Başladılar beni aramaya. Ali de aradı. “Kimden aldın numaramı?” diye sorunca “Haziret’ten” dedi. Demek ki köyde Hasret hala Haziret diye anılıyor. Ali ile de konuştuk, dertleştik, hasret giderdik. Öğrencilerim beni unutmamış, elli sene sonra telefonumu bulup aramışlardı. Ben de o günleri yeniden yaşamış, öğrencilerimle yaşadığım günleri kaleme almıştım. Neden Ali’nin herkesten çok, herkesten güzel türkü söylediğini anlatmıştım. Ali sorunlu olduğu halde türkülere tutunmuş, kendini yeniden yaratmıştı. İnsan kendi kendine yardım edebilir mi? Sanırsam insana başkasından çok kendisi yardım edebilir. ...
Tadımlık olarak kitaba adını veren öyküyü aşağıda paylaşıyoruz:
ALİ’NİN
TÜRKÜ DEFTERİ
Evimizde
birkaç dolabımız vardı. Biri televizyonun altındaydı. İkisi mutfaktaydı. Elbise
dolabımız da vardı. Ama ayrıca bir kitap dolabımız yoktu. Kitaplarım orada
burada dağınık durumdaydı. Çoğu kısmı da karton kutularda paketli haldeydi. Eve
yeni bir kitap dolabı yaptırmıştım. Oturma odası duvarında asılı sazımın
yanında yerini aldı. İlkin, el altında ama dağınık olanları yerleştirdim. Sonra
karton kutular içinde tozlanmış eski kitaplarımı çıkarıp temizleyerek
kitaplığıma yerleştirmeye sıra geldi. Kitapların arasında bir de defter vardı.
Alıp tozunu temizledim. Üzerinde “Ali’nin Türkü Defteri” yazıyordu. İlk
sayfasını açtım. Bir halk türküsü:
Dere
geliyor dere
Ya lele
ya lelel
Kumunu
sere sere
Yalellellim.
Bu
benim ilkokulda ilk öğrendiğim türküydü. Kolay bir söylenişi vardı. Yazı
Ali’nin yazısıydı. İlkokuldan kalma bir defter… Türkünün kenarları çiçeklerle
süslenmişti. Şöyle bir karıştırdım, otuz
…yaprak altmış sayfa eder. Altmış tane
halk türküsü vardı. Hepsi de kenar süsü içinde… Defterin sahibi okul arkadaşım
Topal Ali geldi aklıma. Defter aldı beni
okul günlerimize götürdü. Çocukluk günlerime gittim, geldim. Hey gidi günler
hey! Ben komşu mahalleden gelir giderdim okula. Babam saz çalmasını bildiği
için ben de daha ilkokul birinci sınıfta tıngırdatmaya başlamıştım sazı. Ali
ile ortak yanlarımız vardı. Onun için Ali’yi en iyi tanıyanlardan biri de
bendim. Ali köyde doğup büyüdü. Daha küçükken bir yıkıma uğramış. Bahçede
oynarken ayağından yılan sokmuş. O zamanki köy yaşamında ulaşım olanakları
kısıtlıydı. Yılan zehiri anında vücuttan çıkarılamamış. Doktora gitmesi
gecikmiş. Doktora vardığında iş işten geçmiş. Doktor Ali’yi ölümden kurtarmış
ama yaşayabilmesi için şişip morarmış ayağını dizinden kesmek zorunda kalmış.
Ali ondan sonra koltuk değneği ile gezmeye başladı. Tek ayak kalınca öteki
çocuklarla oynaması zorlaştı. Yalnız başına oynar oldu.
Ali’nin
ailesi varlıklı değildi ama yoksul da değildi. Köydeki birkaç radyodan biri
Alilerin evindeydi. Ali arkadaşları ile oynaması zorlaşınca zamanının çoğunu radyo
dinleyerek geçirmeye başladı. O zaman daha yurdumuzda televizyon yoktu.
Radyodan büyükler haber dinlerken çocuklar türkü, şarkı dinlemek için fırsat
kollarlardı. Ali sabahları çıkan “yurttan sesler” programını kaçırmazdı.
Ali’nin dinlediği türküler tekrar tekrar çıkınca onlardan bazılarının
söylenişini de sözlerini de öğrendi. Yalnız başına oyun oynarken bu türküleri
de söylemeye başladı.
İlkokulu
beraber okuduk. O kadar kalabalığın içinde Ali yalnızdı. O öteki arkadaşları
gibi koşamadığından koşulması gereken oyunlara giremiyordu. Bazen de girmek
istese arkadaşları onu almazlardı. Alsalar bile Ali’nin koşuda kazanma şansı
olmadığı için oyunu kaybediyordu. Devamlı kaybedilen oyunun tadı kalmayınca Ali
arkadaşlarıyla oyun oynamaktan soğudu. Yalnız oynamaya alıştı. Buruk bir
alışkanlıktı bu. Bu duruma üzüldü. Arkadaşlarına küstü. Hayata küstü. İçine
kapandı. Kapalı bir kutu oldu. İç dünyasında kendine hayali arkadaşlar bulmaya
başladı. Yalnız başına oynarken onlarla konuşur oldu. Onun kendi kendine konuşmasına
arkadaşları da alıştı. Olağan görmeye başladılar. Onun cinlerle konuşmuş
olacağını düşündüler. Lakabını Cin Ali koydular. Oyunda arkadaşlarına
katılamayan Ali sınıfta da derslere katılamadı. Sınıfta da yalnız kaldı. Köy
okulu olduğu için sınıf kalabalıktı. Beş sınıf bir aradaydı. Öğretmen ise asıl
mesleği başka, geçici bir öğretmendi. Asıl mesleği öğretmenlik olmayan birisi
okula geçici öğretmen olarak gönderilmişti. O zamanlar böyle uygulamalar var
idi. Neyse, geçici öğretmen çocuklarla gerektiği gibi ilgilenemedi. Ali ile de
yeteri kadar ilgilenemedi. Evde dersen ana baba kara cahil. Ali birinci sınıfta
okuma yazmayı öğrenemedi. Bakarak yazı yazmasına alışmıştı. Kitaptaki ya da
karatahtadaki yazıyı bakarak deftere kopya edebiliyordu. Her harfe teker teker
bakmadan yazamazdı. Okumayı sökememişti. Bir yıl boşuna gelip gitmiş oldu.
İkinci sınıfta da havanda su dövdü. Üçüncü sınıfta da boş çuval, boş ambar… Bir
varlık gösteremedi.
Ali’yle
dördüncü sınıfa geçtiğimizde o geçici öğretmen gitti, yerine başka bir öğretmen
geldi. Yeni öğretmenin adı da Ali’ydi. Yeni Öğretmen her çocukla ayrı ayrı
ilgilendi. Topal Ali ile de iyi arkadaş oldu. “Adaşım benim!” diye yakınlık
gösterdi.
Yeni
öğretmen Ali ile ilgilenmeye başlayınca ne düşündüm, biliyor musunuz? “Hani arkeolog
da denilen kazıbilimciler bazı ören yerlerinde kazılar yaparlar. Orada yüzlerce
yıldan beri karanlıkta yatan bazı çok değerli eserleri, değerli maden ve
paraları gün ışığına çıkarırlar. Müzelerde insanların hizmetine sunarlar. O
gömüler yıllarca sene yer altında dursa bir işe yaramaz. Ne zaman gün ışığına
çıktı, varlığı, değeri anlaşılır.”
“Acaba”
dedim, “insan dediğimiz varlık da bu ören yerlerine mi benziyor? İnsanın içinde
de ören yerlerinde olduğu gibi değerli cevherler, yetenekler mi bulunur? Bu
yetenekler nasıl açığa çıkarılır? Okullarda çocuklarımıza çok bilgi öğretmek mi
gerekli, yoksa içlerindeki yeteneklerin açığa çıkmasına yardımcı olmak mı
gerekli? Yani onlara balık mı verelim yoksa balık tutmasını mı öğretelim?”
…
Yeni
öğretmen Ali ile ilgilenince onun arkadaşlarından kopuk, çekingen, içe kapanık
biri olduğunu gördü. Arkadaşlarının onu dışlamaması için ortak yanlarını aradı.
Arkadaşlarının ilgisini çekebilecek neyi olabilirdi? Bunun için Ali’nin
arkadaşlarıyla paylaşabileceği bir şeyi olmalıydı. Var olan ama arkadaşlarına
duyuramadığı, gösteremediği neyi vardı Ali’nin? Ali bir kapalı kutuydu.
Öğretmen bu kapalı kutuyu açıp içine görmek istedi. Ali’nin içinde hangi
cevherler var bilmek istedi. Bunu anlayabilmek için şakadan sorular sordu:
“Neyi seviyorsun, neyi sevmiyorsun?” “Evinizde Van kedisi var mı?” “Yok.”
“Kangal köpeğiniz var mı?” “Yok.” “Sazın var mı?” “Yok.” “Peki, Ali neyin var
senin?” Yok, yok, yok… “Ali sen de çok yoksulmuşsun!” Çocuklardan biri bu
“yoksul” sözüne karşı çıktı:
“Öğretmenim
Ali yoksul değil, çok zengin.”
“Ne
zengini?”
“Türkü
zengini. Ali’nin türkü dağarcığı tıka basa dolu.”
“Gerçek
mi?”
“Gerçek.
Öğretmenim Ali’nin güzel sesi de var.”
“Gerçek
mi?”
“Gerçek.
Hem çok türkü bilir hem güzel söyler.”
“İnanmıyorum!”
“İnanın.
Alilerin evinde radyo da var. Ali radyodan çok türkü öğrenmiş.”
“Sahi
mi?”
“Sahi.
Sınıfta en çok türkü bilen çocuk Ali.”
Öğretmenimiz
duyduklarına sevindi. “Kör arar bir göz, Allah vermiş iki göz…” diye söylendi.
Gelip Ali’nin önünde durdu. Gözlerinin içine baktı.
“Ali
duyduklarım doğru mu?”
Ali
mahcup oldu, yüzü kızardı. Utangaç baktı, sonra boynunu yana eğip gözlerini
kaçırdı. Öteki çocuklar:
“Öğretmenim
Ali bir türkü söylesin de dinleyelim.”
Öğretmen
Ali’ye gene sordu:
“Ali
söyler misin?”
Ali ne
diyeceğini şaşırdı. Türküyü söylemek istedi ama heyecandan söyleyemedi. Sanki
dili tutulmuştu. Yanaklarından boncuk boncuk terler aşağıya döküldü. Ali siyah
önlüğünün kol ucuyla terleri silip yüzünü, gözlerini kuruladı. Kekeledi:
“Öğretmenim
u, u, u, unuttum.”
“Tamam,
anladık. Unutmamak için sana bir defter vereceğim. Deftere türküleri beraber
yazacağız. Unuttuğun zaman deftere bakıp hatırlayacaksın. Tamam mı?”
“Ta,
ta, ta tamam öğretmenim.”
Ali’nin
okuma yazma bilmediğini yüzüne vurmadık. Ali’nin bildiği en kolay türküyü Ali
söyledi öğretmeni defterin ilk sayfasına yazdı:
Dere
geliyor dere
Ya lele
ya lelel
Kumunu
sere sere
Yalelelellim
Öğretmen
Ali’ye bir defter daha verdi.
“Ali bu
türküyü unutmamak için şu deftere bir de sen yazacaksın.” dedi. Sonraki gün
öğretmen dersleri kontrol ederken Ali’nin defterine biz de baktık. Türküyü
deftere özene bezene yazmış, kenarlarını da çiçeklerle süslemişti. Çiçeklerin
arasında kelebekler de vardı. Biz daha istemeden Ali sordu:
“Öğretmenim
türküyü okuyayım mı?”
Biz
alkışlayınca öğretmenin oku demesine gerek kalmadı. Ali önündeki deftere baka
baka okumaya başladı.
“Dere
geliyor dere”
Tekrarlanan
“Ya lelel ya lelel” kısmına öğretmenin el işaretiyle türküyü bilen sınıf
arkadaşları da katıldı. Böylece bir
satır Ali söyledi, bir satır sınıf söyledi. Sınıf arkadaşları onu yalnız
bırakmamıştı. Sesi sahiden güzeldi. Türküdeki güzellik sadece Ali’nin sesinden
gelmiyordu. Ali içten, yürekten söylüyordu. Yüreğindeki bir duygu selinin
dışarı akışıydı. Türkü bitince Ali gene terlemişti. Önlüğünün kol ucuyla
terlerini gene sildi. Tekrar alkışladık. Öğretmen:
“Ali bu
türküyü yazdık, çalıştın, unutmadın. Şimdi de yarın okuyacağın türküyü yazalım,
olur mu?”
“Olur
öğretmenim. Ama ben bakmadan yazamam”
“Olsun.
Benim yazdığıma bakarak yaz. Yakında bakmadan yazacaksın.”
O
günden sonra Ali’nin türkü defterine her gün bir türkü yazıldı. Ali de o
türküyü başka deftere yazıp kenarlarını allı morlu çiçeklerle süsledi. Sonraki
gün de türküyü söyleyip alkışı topladı. Ben o günlerde yeni bir şey daha
öğrenmiştim. Eğitimin, öğrenmenin olmazsa olmazı sevgiydi. Ali’yle öğretmeni
iki adaş arkadaş oldular. Ali öğretmenine mahcup olmamak için ödevini her gün
aksatmadan yaptı. İlkin baka baka yazıyordu. Türkülerdeki bazı sözcükler tekrar
tekrar yazılınca sözcük harfleri Ali’nin aklında kaldı. Sonradan bakmadan
yazmaya başladı. Hem bakmadan yazabiliyordu hem de okumaya başlamıştı. Ali
türkü defteri sayesinde okumayı da yazmayı da sökmüştü. Otuz yapraklı türkü
defteri de öteki çalışma defteri de iki ay sonra dolmuştu. İki ay sonra nasıl
oldu kimse bilmez, Ali yalnız defterdeki türküleri değil, kitaplardaki diğer
yazıları da okumaya başlamıştı. Onun kitap okuduğunu gören arkadaşları
şaşırmışlardı.
“Ali
sen okuma yazmayı ne zaman öğrendin?” diye soran arkadaşlarına somurtarak
bakmıyordu artık. “Önemli değil” der gibi gülümseyerek cevapladı:
“Kendiliğinden
oldu. Ben de şaşırdım.”
Ali
türkü defterinin yardımıyla içindeki gizli iki yeteneğini bulup açığa
çıkarmıştı. Hem okumaya başlamıştı hem de türküleri yanlışsız söylüyordu. Bu
yetenekler artık harabelerin derinlerindeki değerli ama kimsenin bilmediği
hazineler gibi karanlıkta kalmayacaktı. Karanlıktaki gizli hazine gün ışığına
çıkmıştı. Ali’nin kendini, yeteneklerini tanıyıp açığa çıkarması nasıl olmuştu?
Dört senede okuma yazmayı öğrenemeyen Ali iki ayda bu işi farkında bile olmadan
nasıl başarmıştı? Tereyağından kıl çeker gibi kolayca işin içinden nasıl
çıkmıştı. Severek yaptığı iş Ali’ye kolay mı gelmişti? Acaba yeni
öğretmenimizin Ali’ye gösterdiği arkadaşca yaklaşımının bu sonuçta payı var
mıydı?
Ders
yılı sonunda yapılan yılsonu eğlencesine önceden hazırlıklar yaptık. Ben
dördüncü sınıfta olduğuma göre saz çalmasını düzene sokmuştum. Babamın
evimizdeki sazını okula getirdim, Ali ile beraber türkülere çalıştık. Ben saz
çaldım, Ali türküler söyledi; ders yılı sonu eğlencesine hazırlık yaptık.
Eğlencede şiirler, fıkralar, oyunlar, yarışlar bir de piyes vardı. Ama en çok
alkışı Ali ile benim hazırladığım türküler topladı. Ali’nin bu başarısından
dolayı öğretmenimiz ödül olarak hem ona hem bana birer türkü kitabı verdi. Ali
de kendi yazısıyla yazdığı türkü defterini bana armağan etti.
“Bende
hem öğretmenimizin yazdığı defter var, hem de bir kitabım oldu. Defterin biri
fazla, sende kalsın.” dedi.
…
Kitaplarımı
dolaba yerleştirirken Ali’nin Türkü Defterini ayırdım. Dolaba koymadım. Küçük
bez bir çanta içine koyup duvardaki sazımın yanına astım. Bu defter benim için
önemliydi. Bu defterin içinde gayret vardı, sevgi vardı. Severek yapılan bir
çalışmanın sonundaki başarı vardı. Arada bir defteri açıp, sayfaların
karıştırıp bu gayreti, severek yapılan bu çalışmanın sonundaki başarıyı
görüyordum.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder