ANADOLU HALK
BİLİM KÜLTÜR AKADEMİSİ
2017 YILI HAZİRAN
AYINDA ;
BİN ÇİÇEKLİ
BAHÇE YAŞAR KEMAL ANISINA YAPILAN YARIŞMADA ÖYKÜ
DALINDA DERECEYE GİREN ÜRÜNLER:
BİRİNCİ OLAN ESER:
ZİLLİ DEDE – Süleyman Erol
İKİNCİ OLAN ESER
: Apili Osman – Adil Kurt
ÜÇÜNCÜ OLAN ESER:
Defne adın kentte yaşar –Hatice Altunay
Ödeşme – Ali Varol
....
ÖDEŞME
Bizim köy bir yörük
köyüydü. Kışın sahilde yazın yaylada yaşardık. O sene ilkbaharda Akdağ
dediğimiz yaylaya çıktığımızda görünen yerlerin çoğu karlarla örtülüydü.
İncelen kar örtülerinden ilkin kardelenler başlarını çıkarıp çiçeklerini açtı.
Canlılara cansızlara ‘Günaydın!’ dediler. Karların eridiği yerlerden otlar,
zambak çeşitleri, şalba çeşitleri sütleğenler, boy gösterdiler. Kardelenleri
kıskanan zambaklar, menekşeler sarı, mor, kızıl, beyaz çiçekler açtılar. Daha
bin bir çeşit ot, çiçek doğayı yeşillendirdi, süsledi. Koyunlar, keçiler,
oğlaklar, kuzular karların olmadığı yerlerde serilip yayıldılar. Otlarla,
şalbalarla beslenip karınlarını doyurdular, bayram ettiler. Eriyen karların alt
ucunda derecikler, gölcükler oluştu. Yayılıp karnını doyuran hayvanlar bu kar
sularından sulandılar. Akdağ’da kaynak suyu yoktu. Kuyu da yoktu. Evler için de
su ihtiyacımızı koyaklardaki, obruklardaki karlardan sağladık.
O sene de yaz boyunca Akdağ denilen yaylamızda kalmıştık. İnsanlarıyla,
hayvanlarıyla, bitkileriyle barış içinde yaylanın tadını çıkarmıştık. Yaz
sonuna doğru Akdağ’daki obaların yakınlarındaki karlar tükenmişti. Derin
obruklardan kar çıkarmak zordu. İnsanların ihtiyacına yeterdi ama hayvanların
sulanması için yetersizdi. Hayvanların sulanması için suların bol olduğu
Yeroluk, Aldürbe denen yerlere göçme zamanı gelmişti. Yörükler göçmeye
alışıktı. İhtiyaç olunca yaylada da yer değiştirirlerdi.
Çok sevinçliydim. Karların tükendiği Akdağ’dan suların bol
olduğu Yeroluk’a, Aldürbe’ye göçecektik.
Aldürbe’ye göçmek demek çok oyun oynayabilmek demekti. Çünkü Aldürbe
geniş, düz bir alandı. Ne oynarsan oyna… Çelik çomak, körebe, ıssıtaş,
uzuneşek, birdirbir… Daha neler neler… Eşeğe binip koşturunca düşsen başın
yarılmaz. Taş, çakıl olmayan düz bir ova… Aldürbe’de oluklardan harıl harıl
sular da akardı. Obalar birbirine yakındı. O nedenle çocuklar bir araya
toplanıp bol bol oyun oynayabilirdi. Ama Akdağ öyle değildi. Akdağ’da birbirine
yakın olan tek bizim oba ile Emir El’in obası vardı. Diğer obalar yaylanın
başka yerlerindeydi. Güllü Belen, Say Yatak, Tomsu Başı, Eğrikar, Bozlayan gibi
yerlere dağılmışlardı. Hayvanların rahat yayılması, birbirine karışmaması için
obalar birbirinden uzak yerlere kurulmuştu. Her obanın arası birer saatlik
yoldu. Çocuklar bir araya gelip oyun
oynayamazlardı. Oysa Aldürbe öyle mi? Bütün obalar bir alanın çevresinde
konaklanmış. Köyün bütün çocukları bir arada. Her gün oyun her gün oyun…
Aldürbe’ye göçülmesini iple çekmeye başladım.
Hacı dayı ile Hasan dayı konuşup kararlaştırdılar. Dört yüz
keçiden oluşan sürü Aldürbe’ye gidecek; koyun, kuzu, oğlaktan oluşan yüz
hayvanlık bir sürü Ovgallı Yurdu’nda kalacaktı. Koyunlar için güneyde ve
aşağıda olan Aldürbe daha sıcak sayılırdı. Ovgallı Yurdu koyunlar için serin
idi. Haftada bir kere Ulupınar sularına gelip sulanacaktı. Dört yüz keçiden
oluşan keçi sürüsünü Hacı dayı ile ben güderdim. Yüz hayvanlık sürüyü de Hasan
dayım güderdi. Ev eşyaları at, eşek, deve gibi hayvanlarla Aldürbe’ye
taşınacaktı. Hasan dayım ise bir kişiye bir ay yetecek kadar yiyecek ve gerekli
kap kacak yüklenerek sürü ile beraber Ovgallı Yurdu’na gidecekti. Hasan dayım
Hacı dayımdan yardım istedi:
“Ali bana yardım etsin. Beni Ovgallı Yurdu’na iletiversin”
dedi. Hacı dayım da:
“ Olur. Ama çocuğu
geciktirme, akşama yolla.”
“Tamam!”
Sonra develer, eşekler sığırlar bulunup getirildi. Yükler
eşeklere, develere yükletildi. Evler Aldürbe’ye göçürüldü.
Hasan dayı ile ben eşyalarımızı, sürümüzü alıp Ovgallı
Yurdu’na öğle vakti geldik. Ben bir an önce Aldürbe’ye gitmek istiyordum ama
Hasan dayım hiç oralı değildi.
“Dayısı bak, ekmeği, bulguru, köpek yalını şu yüksek kayaya
asalım; köpek, fare alamasın. Koyunlar gece şurada yayılsın, gündüz burada
dinlensin. Şuradaki obrukta kar hiç tükenmez. Obruğa inip çıkmak zor değil.
Helkede kardan su eritirsin. Çitile koyunlardan süt sağarsın. Tavada
pişirirsin. Kibrit yok ama al sana çakmak, çakmaktaşı, kav. Çakmak kesemi
yitirme sakın.
“Hasan dayı ben Aldürbe’ye…”
Hasan dayım sözümü bitirmeye fırsat vermedi. Anlaşılan Hacı
dayıya verdiği sözü unutmuştu.
“Dayısı ben akşama dönerim. Şu tepenin ardında Göktepe var.
Orda benim asker arkadaşım var, beni bekler.
Gidip bir görüşüverip geleyim. Hadi dayısı. Olmaz deme. Aslan yeğenim benim!
Haaa, akşama dönemezsem durumu idare et. Benim kepenek yorgan gibi, seni
üşütmez. Dağlarda canavar (kurt) var, sakın Karabaş’ı yanından ayırma!”
Hani bir söz vardır: “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”
İşte Hasan dayımda da bu tatlı dilden vardı. O bu tatlı dil ile herkesi ikna
ederdi. Ben daha ilkokul beşinci sınıfta bir çocuktum. Beni ikna etmek onun
için peynir ekmek yemek kadar kolaydı.
Gitti… Göktepe’ye gitti. Ben Aldürbe’ye gidemedim; o
Göktepe’ye gitti. Neyse ki akşama dönecekti. Aldürbe’ye yarın giderdim artık.
Daha önce de gütmüştüm bu sürüyü. Yarına kadar da güderdim. Ne olacak, bir
yerim mi eksilecek… O gün de güttüm. Yayılım iyiydi. Yeşil taze ot yoktu ama kurumuş
çağşır, şalba vardı daha. Keven de boldu. Sürü yayılırken ben bir yandan “Hasan
dayı geliyor mu?” diye Göktepe tarafına bakıyordum. Bir yandan da yapılacak
işleri yapıyordum. Obruktan kar çıkardım. Helkenin içine koydum. Eriyince
içecektim, yemek yapımında, temizlik işlerinde kullanacaktım. Koyunlardan süt
sağıp tencerede pişirdim. Çitilde yoğurt çaldım. Koyun yoğurdunu çok severdim.
Hele hele güz yoğurdu sadeyağ gibi koyu olur. Yemesine doyulmaz.
Sürü gece yarısına kadar yayıldı. Bilir misiniz, ağaç olmayan
yaylalarda kırlar tam karanlık değildir. İnsan gündüzmüş gibi kolayca
gezebilir. Hayvanlar da kolayca gezip yayılabilir. Neyse sürü karnını doyurunca
Hasan dayı’mın gösterdiği yere getirdim. Sabaha kadar yatıp dinlendik. Tan yeri
ağarırken koyunlar gene yayılmaya başladılar. Benim gözlerim ufukta. Hasan dayı
ha geldi ha gelecek… Sabah gelmedi. “Kuşluk muhakkak gelir.” dedim, bekledim. Kuşluk da gelmedi. Canım sıkılmaya başlamıştı. Hasan dayı
neden gecikmişti acaba? Başına bir iş filan mı gelmişti? Sürüyü bırakıp
gidemezdim. Dağlarda kurt vardı. Sürünün tamamını kırardı. O zaman ölümlerden
ölüm beğen. Hasan dayı öğleyin de gelmedi.
“Mal canın yongasıdır.” derler. Yörüklerin büyüğü, küçüğü
hayvanlarına gözleri gibi bakarlar. Çünkü tek geçim kaynakları onlardır. Onlar
olmazsa açlıktan nefesleri kokar. İlkokul beşinci sınıfta bir çocuktum.
Kimsenin olmadığı ıssız bir yaylada üç gün üç gece sürüyü güttüm. Hem sürüye
baktım, hem yollara baktım. Burada bu kadar uzun zaman kalacağımı bilseydim
evdeki kitap çantamı almaz mıydım? Kitaplarım defterlerim olsa zamanı daha
kolay geçirirdim.
Dördüncü gün kuşluk Hasan dayım geldi. Koyunlar da eşmeye
gelmişlerdi. Anlattı:
“Dayısı beni asker arkadaşım salmadı yahu.”
Sonra gönlümü almak için hiçbir şey olmamış gibi omzumu
okşadı gülerek:
“Hıh hıh hıh… Yoksa biraz geciktim mi?”
Ben cevap vermedim. Küskün olduğumu belli ettim. Hasan dayım
isteklerini sıraladı:
“Dayısı ben hem uykusuzum hem de acıktım. Sen hemen
koyunlardan biraz süt sağ. Biraz sütlü bulgur pilavı pişir. Pilav pişince beni
uyandır. Ben ayakta uyuyorum. Biraz kestirivereyim.”
Kepeneği alıp kayanın gölgesine uzandı. Az sonra başladı
horlamaya…
Ne yapsaydım acaba? Hasan dayımın dediği gibi süt sağıp bulgur
pilavı mı pişirseydim şimdi? Hayır hayır! Bu kadarı da fazlaydı. Haksızlıktı
bu. Bu haksızlığa, beni kandırmasına karşı tepki göstermezsem ileride beni gene
kandırmaya kalkardı. Başkalarını kandırmanın bir bedeli olduğunu o da
bilmeliydi. Nasıl olacaktı bu? Tepkimi nasıl gösterebilirdim? Diklenip büyüğüme
karşı saygısızlık etmek de istemezdim. Koyun güderken boş kalırsam küçük
taşlardan kalem, büyük taşlardan defter yaparak resim çizerdim. En iyi kalem
çakmak taşlarından olurdu. En iyi defter de orta boy yassı taşların toprakla
birleştiği alt yüzüydü. Hemen bir yassı taş buldum. İyi yazı yazılan alt yüzünü
çevirdim. Üzerine küçük bir çakılla şöyle yazdım:
“HASAN DAYI BEN ALDÜRBE’YE GİDİYORUM. BENİ ARAMA!”
Yazılı taşı Hasan dayım uyanınca hemen görebileceği, daha
doğrusu gözüne batacak bir yere koydum.
Oradan sessizce ayrıldım. Ver elini Aldürbe… Karşı tepeye geçince Hasan
dayımın sesi duyuldu
“Aliii, herkese selam söyle!”
Ben hızımı değiştirmeden kafa kıvırarak söylendim:
“Ah Hasan dayı ah… Çok tatlı dilli adamsın amma… Tatlı dilin
güle benziyor. Gülün yanında dikeni de olduğunu yeni öğrendim. Eee, ne yapalım,
gülü seven dikenine katlanacak. Seni gülünle dikeninle olduğun gibi seviyorum
gene de.”
Sonra ona kırgınlığım, öfkem aklıma geldi. Ben de onun bana
davrandığı gibi davranıp o uyurken kaçmıştım. Borcumu ödemiştim. Ona
saygısızlık yapmadan diklenmeden ya da ağlamadan, akıllı bir şekilde yaptığı
yanlışı, haksızlığı anlatmıştım. Akıllı bir şekilde tepkimi göstermiştim. Yaptığım
işi beğenmiş olmalıyım ki, gülerek havada el salladım. Onun duyacağı şekilde
bağırdım:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder