"Bu çeşme nasıl çeşme, su içecek tası yok.
Kırma insan kalbini, yapacak ustası yok."
Gökyaçı'dan aşağıddaki susuz çeşme.
Şimdi aşağıdaki düzlükte akan yeni çeşme.
2016 yılı Haziran ayı sonları. Yaylada komşular arasında su anlaşmazlığı olmuş. Keşif çıktı. Biz de gittik. Çırlavık’taki obalardan yukarıdaki Gökyalçı denilen yerdeki su kaynakları bakıldı. İnsanlarımız Gökyalçı’nın aşağısındaki yamaçta kümeler oluşturup konuştular. Yaylanın temiz havasını soludular, Çırlavık’ın çelik gibi soğuk suyunu içtiler; canlarına can katıldı.
Yamacın ortasında sağ kıyıda kayalara yakın yerde susuz
bir çeşme var. Önünde de çakıllarla dolmuş beton bir tekne. Kimimiz bu çeşme
ile tekneyi gördü, kimimiz farkına bile varmadı. Ben çeşme ile beton tekneyi
görünce hüzünlendim. Çocukluk anılarım canlandı. Canlanıp gözlerimin önüne
geldi.
Çünkü bu çeşmenin beton teknesini ben yapmıştım.
O zaman Gökyalçı’daki su kaynakları toplanmış, bir arkla
bu çeşmenin olduğu yere kadar getirilmişti. Ark hayvanların gezerken
yuvarladıkları çakıllarla dolmasın diye yassı taşlarla kapatılmıştı. Suların
getirildiği yere bir duvar yapılmış, duvarın arasına ağaç bir oluk konmuştu.
Ağaç oluktan sular altındaki ağaç tekneye akardı. Çırlavık’ta obada yaşayan
insanlar içme, kullanma sularını bu ağaç oluktan doldururlardı. Bütün hayvanlar
o ağaç tekneden sulanırdı. Ağaç tekneden taşıp akan suların birikmesi için
yerlere yalaklar kazılmıştı. Yalakların kenarları hayvanlar su içerken çamur
olmasın diye say taşlarla döşenmişti. Çeşmenin sağ tarafındaki kayalıklar
sürülerden birinin eşmesiydi. Öğleyin eşmede dinlenen hayvanlardan susayanlar
gelip bu tekneden sulanırdı. Çırlavık çeşmesinin yakınında bulunan Sayyatak,
Tomsubaşı, Eğrikar gibi yerlerdeki diğer obaların hayvanları da buradan sulanırdı. Ağaç
tekneler zamanla çürüyüp eskiyince yenisi getirilip konurdu. Bu biraz zahmetli olmalıydı
ki büyükler buraya da Aldürbe Çeşmesi’nin önündeki gibi beton bir tekne yapmayı
düşünmüşler.
Tekne yaptırma işini dayım Sarı Mehmet (Mehmet Güngör)
üstlenmiş. Çeşmenin olduğu yere Akseki’den çimento torbaları develerle
getirildi. O zaman motorlu taşıtların gelmesi için yol yoktu. En çok işe
yarayan taşıt aracımız da develerdi. Yine develerle kalıp tahtaları, Kumlu
Boğaz’da doldurulmuş olan kum çuvalları taşındı. Kazma, kürek, mala,
keser, bıçkı, çivi tamamlandı. Helva yapmak için un, şeker, yağ tamamdı.
Helvayı yapacak adam gerekti. Ama helva yapacak adam bulunamamıştı. Usta yoktu.
Koyunun olmadığı yerde keçiye “Abdurrahman Çelebi” demişler. Adam yokluğunda
gözler bana çevrildi. Ben o günlerde ilkokulu bitirmiş olmalıyım. Oğlak çobanı olmuşum.
Oğlak güderken boş kalınca kaşık, oklava gibi el işleri yaptığımı; derelerde
oyuncak değirmenler yapıp döndürdüğümü görmüşler. El yeteneklerimin iyi
olduğunu anlamışlar. Keser, bıçkı kullanmasını da bildiğime göre “Bu çocuk bu
tekneyi yapar. Başka usta aramayalım.” demişler. Dayım aynı zamanda obanın en
büyüğü. Herkes onu sayar, onun sözüne değer verir. Dayım bir gün tuttu
kolumdan, getirdi çeşmenin başına. Beni beton tekne yapımı için “ustabaşı”
tayin etti. Kol kırıldı, boyuna yük oldu. Bu iş ya yapılacak, ya yapılacak.
Keseri, bıçkıyı elime verdi. “Hadi başla!” dedi. Başladık.
Dayım tabana düz taşlar döşedi. Üstüne çakıllı harç ile
beton döktük. Yan duvarların kalıplarını çakmak bana aitti. Kendi bildiğime
göre yapmaya çalışıyordum. Ama ben ustabaşı olmama rağmen dayım ikide bir bana
emirler veriyordu. “Şunu şöyle yap, bunu böyle çat…“ Dayımın işime karışması
hoşuma gitmedi. Dayımın aksi bir adam olduğunu söylerlerdi. “Kız halaya, oğlan
dayıya çekermiş.” Ben de biraz dayıma çekmiş olmalıyım ki aksilik yapmada ondan
geri kalmadım. Karışmalarına bir sabır ettim, iki sabır ettim; sonunda bardak
taştı. Keseri bıçkıyı bırakıp kenara çekildim.
“Dayı, usta sen isen al şu keseri, bıçkıyı kalıbı kendin
yap. Yok, usta ben isem işime karışma. Bak, bir daha işime karışırsan varır
giderim.”
Dayım işimi beğenmiş olmalı ki, aksilik yapmadı.
Yelkenleri indirdi. Mum gibi oldu.
“Tamam dayısı. Usta sensin. Hiç karışmıyorum. Bildiğin
gibi yap. Ben ustanın yanında işçiyim,” deyip beni de yumuşattı. Ondan sonra
tarif edip emir vermedi. Yardım etti, benim istediğim plandan kalıbı çakıp,
kalıbın içine düzgün taşlarla çimentolu harç ile duvar ördük. Kalıp sökülünce
duvarı sıvadık. Güzel bir tekne oldu. Bu çeşme bir süre “Sarı Mehmet Çeşmesi”
olarak anıldı. Daha sonra değişiklik oldu mu bilmem ama beton tekne hala sapa
sağlam içi çakıllarla dolmuş haliyle duruyor. O şekilde görünce duygulandım. Eski
bir tanıdığımı, bir dostumu görmüş gibi oldum. Yardımlarını gördüğüm bir
yakınımmış gibi geldi bana. Çeşme zamanında başkalarına güzel hizmetler vermiş
ki biz burada şimdi iyiliklerini anıyoruz. Sonra da zamanı dolunca kullanılmaz
olmuş, bu duruma düşmüş.
Adama sormuşlar:
“Mamur mu çok, viran mı?”
“Viran,” demiş adam.
“Niye ki bak her taraf mamur, yeni yapılarla dolu.”
“Mamurun sonu da viran değil mi?”
Bir gün gelecek her birimiz bu susuz çeşme gibi, beton
tekne gibi işe yaramaz duruma geleceğiz. Bunları düşününce aklıma
bir soru geldi, kendi kendime sordum:
“Bu kuru çeşme, çeşme iken bile zamanında insanlara da,
diğer canlılara da hizmetler vermiş, iyilikler yapmış. Şimdi onu hizmetleri ile
iyilikleri ile anıyoruz. Acaba bir süre sonra ben de bu çeşme gibi işe yaramaz
hale gelince iyiliklerimden söz edilecek bir şeyler bırakacak mıyım geride?”
Bırakabilecek isek ne mutlu bize!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder